7 Aralık 2008 Pazar

Farklılığın avantajı

Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti. Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca ilk dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı. Çocuk bir gün hocasına hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu.

Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi, kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu. Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim. Hocası ise sen sadece hareketi yap cevabını verdi. Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum. Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, senin yaptığın hareket karetedeki en zor hareketlerden biridir... Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak.

Farklılıklarınızı avantaja dönüştürün...

5 Aralık 2008 Cuma

Fil tanımı

Üç görme engelli, bir fille karşılaşmışlar. Biri, hortumunu tutmuş, bir fil tanımı yapmış; biri, ayağını tutmuş, başka bir fil tanımı yapmış. Üçüncüsü, kulağını tutmuş, bambaşka bir fil tanımı yapmış. Ve eklenir: "Hiçbiri, bir bütün olarak fili anlayamıyor. Alanlararası çalışmalar olmazsa, bütün, kavranamaz."

Bu görüş, ilk bakışta mantıklı geliyor. Ancak, bunun da tek başına yetersiz olacağı, biraz düşünüldüğünde ortaya çıkmaktadır: Birisi, kulağa dokunmuyor olsaydı; kulağına sinek kaçan filin neden huysuzlandığını anlayamazdık. Birileri, ince ayrıntılara bakacak; birileri, genel resme bakacak ve birbirlerini sürekli besleyecekler. İşte ancak o zaman bütünlüklü bir bilimden ya da bilim demetinden sözedebiliriz.

Konu, insanı açıklamaksa; bilişsel bilimin yanıt bulmaya çalıştığı sorular, hiçbir zaman türdeş olmayacaktır. İnsan deneyimi, çok geniştir; çok değişik alanları kapsar. İnsanı bütünlüğü içinde açıklamaya çalışan bir bilim ve onun ürettiği kuram ise, ne kadar değişik türden soruya yanıt verebilirse o kadar umut verici bir kuramdır.

30 Kasım 2008 Pazar

Garcia' ya mektup

Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya arasındaki savaşın bir aşamasında ABD başkanı, çok acele olarak Küba 'daki isyancıların önderi Garcia 'ya bir haber göndermek istedi.

Garcia hangisinde olduğu bilinmeyen Küba dağlarının birinde ve nerede olduğu bilinmeyen onlarca sığınaktan birinde saklanıyordu. Kendisine posta veya telgrafla ulaşmak imkansızdı. Mektubun sadece elden verilebilceği Başkana söylendiğinde başkanın çaresiz bakışları odada gezinmeye başladı. Görev hakikaten imkansızlık derecesinde zordu. Savaşın çok kızıştığı bir hengamede kilometrelerce yol gidilecek ve kimseye yakalanmadan binlece sığınaktan birinde Garcia bulunacaktı.

Başkanın çaresiz bakışlarına cevap bir subaydan geldi.

"Benim birliğimde Rowan adında bir çavuş var ve kimsenin nerede olduğunu bilmediği Garcia' yı o bulabilir."

Bu yanıt başkanın aklına pek yatmamıştı ama yapılacak başka bir şey de yoktu.Rowan çağrıldı ve bir saat içinde Rowan Başkanın karşısındaydı.

"Bu mektubu Garcia'ya teslim edeceksin" denildi. Rowan mektubu aldı, üniformasının yanındaki deri kesenin içine koydu, kesenin ağzını iyice büzdükten sonra kayışla bağladı.Önce Başkan' a selam verdi ardında komutanlarına ve dışarı çıktı.

Rowan yola çıktıktan 4 gün sonra gecenin karanlığından yararlanarak üstü açık bir kayıkla Küba sahillerine vardı.Kübanın balta girmemiş ormanlarına dalıp gözden kaybolduktan 3 hafta sonra, adanın öteki yakasından çıktı. Ülkesinin düşmanı bir ülkeyi baştan başa geçerek mektubu Garcia'ya teslim etti.

Burada size Rowan'ın Garcia'ya mektubu götürebilmek için ne denli zorluklara katlandığını anlatacak değilim. Onun ne denli kahraman bir asker olduğunu da anlatmayacağım. Yanlızca bir noktayı, hem de çok önemli bir noktayı iyice belirtmek için yazıyorum size tüm bunları.

ABD Başkanı'nın makam odasındaki olayı, ana çizgileri ile bir kez daha gözden geçirelim :

ABD Balkanı McKindley, Garcia'ya teslim edilmek üzere Rowan'a bir mektup verdi. Ona yalnızca "Bu mektubu Garcia'ya teslim ediniz" dedi. Rowan mektubu aldı, göğsüne bağladı, selamını verdi ve odadan çıktı.

Lütfen dikkat ediniz: Rowan "Garcia nerede?" diye bir soru sormadı.Yaptığı tek şey, kendisine verilen görevi almak oldu.Zaten kendisinden beklenen, onun yapması gereken de buydu.

Bu hikayeyi unutulmaz yapan şey Rowan'ın kahramanlığı değil, onun verilen bir görevi sadakatle kabul etmesi, o görevi yerine getirebilmek için hemen harekete geçmesi.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Göl olmak

Hintli bir yaşlı üstad, çırağının sürekli herşeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.

Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu bir bardak suya atıp içmesini söyledi.


Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü

ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.


Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu : "Tadı nasıl?"

"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak. "Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam, "hayır" diye cevapladı çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi :

" Hayattaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir.

Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış. "

13 Kasım 2008 Perşembe

Gül yaprağı

Uzakdoğu'da bir budist tapınağı bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan, zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı.İçerideki budist rahip kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.

Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü. Aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki budist rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Gürültü

Yaşlı bir adam emekli olduktan sonra bir lisenin yanında küçük bir ev aldı. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirdi ama ders yılı başlayınca huzuru kaçtı.

Okulların açıldığı ilk günden başlayarak öğrenciler, dersten çıkar çıkmaz yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmeliyorlar, anlamsız sesler çıkararak bağırıp, çağrıyorlar, dayanılmaz gürültüler yapıyorlardı. Çocukların gürültülerinin dinmek tükenmek bilmeyeceğini anlayan yaşlı adam, bu işe bir son verebilmek için kurnazca bir çözüm buldu.

Ertesi gün çocuklar öğrenciler okuldan çıkıp, yine dayanılmaz gürültüler yaparak evinin önünden geçerken yaşlı adam dışarı çıktı, onlara bir öneride bulundu. "Siz hepiniz çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz" dedi. "Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı biçimde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım. Siz bana gençliğimi anımsatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün bir dolar veririm. Kabul mü?."

Bu öneri çocukların çok hoşuna gitti. Her gün hem eğleniyorlar, hem bol bol gürültü yapıyorlar, hem de bir dolar para kazanı- yorlardı.

Bu durum bir hafta bu biçimde sürdükten sonra birgün yaşlı adam çocukları yine durdurdu ve onlara kısa bir açıklama yaptı:

"Çocuklar, yaşam pahalılığı, enflasyon beni de etkilemeye başladı" dedi. "Bugünden sonra size ancak elli sent verebileceğim. Beni anlayışla karşılayacağınızı umarım."

Bu durumdan pek hoşlanmamalarına karşın çocuklar yaşlı adama anlayış gösterdiler ve günlük gürültülerini elli sent karşıladığında yapmayı kabul ettiler.

Aradan birkaç gün daha geçtikten sonra yaşlı adam birgün çocukları yine durdurdu ve onlara bir durum açıklaması daha yapmak zorunda kaldığını bildirdi:

"Bakın, bizim emekli paralarını gününde ödemiyorlar" dedi. "Durumum biraz sıkışık... Üzülerek söylüyorum ama yapabileceğim başka birşey yok... Bundan sonra size ancak yirmibeş sent verebileceğim... Tamam mı?.. Anlaştık mı?" Yaşlı adamın bu son önerisi, çocukların hiç de hoşuna gitmedi. "Olanaksız bayım" dedi içlerinden biri. "Günde yirmibeş sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kusura bakmayın ama, biz işi bırakıyoruz."

1 Kasım 2008 Cumartesi

Güve

Bir çocuk sekropia denen bir tür güve kozalarını topluyor ve bahar gelince güvelerin kozalardan nasıl çıktıklarını haret ve ilgi ile izliyordu. Fakat güvelerin kozadan çıkarken sarfettikleri gayret, çırpınma karşısında da içinde bir acıma hissi uyanıyordu. Babası bir gün, bu böceklerden bir tanesinin kozadan çıkmasını güçleştiren ipeği makasla kesti. Fakat sonuç şaşırtıcıydı: Çok geçmeden böcek öldü.

Baba bu olay üzerine oğluna şu hayat dersini verdi:

"Oğlum, bu böcek, kozasından dışarı çıkarken sarfettiği gayret sonucunda vücudundaki zehri dışarı atar. Eğer o zehir dışarı verilmezse böcek ölür. Aynı zamanda bu çırpınışlar sayesinde ileride kendisi için çok gerekli olan kasları güçlendirir. İnsanlar da daha güçlü, daha dayanıklı ve daha iradeli olmak ve böylece istediklerini yapabilmek için önlerine çıkan zorluklarla mücadele ederek olgunlaşır, gelişir, güçlenir. Eğer insanlar arzularına kolayca ulaşırlarsa, karakterleri zayıflar.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Hapisten yardım

Nebraska'da yaşlı bir adam yaşardı.. Patates ekini için bahçeyi bellemesi gerekiyordu, lakin bu çok zor bir işti.. Tek oğlu olan David ona yardım edebilirdi fakat o da hapisteydi.

Yaşlı adam oğluna bir mektup yazdı ve sorunu açıkladı.

Sevgili David,

Patates bahçemi belleyemeyeceğimden kendimi çok kötü hissediyorum. Bahçeyi kazmak için oldukça yaşlanmış sayılırım. Burada olsan bütün derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahçeyi benim için hallederdin.

Sevgiler Baban



Bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldı.

Babacığım,

Allah aşkına bahçeyi kazma. Ben oraya cesetleri gömmüştüm.

Sevgiler David

Ertesi gün sabaha karşı FBI ve yerel polis çıkageldi ve tüm sahayı kazdı lakin hiçbir cesede rastlamadılar. Yaşlı adamdan özür dileyerek gittiler. Aynı gün yaşlı adam oğlundan bir mektup daha aldı.

Babacığım,

Şimdi patatesleri ekebilirsin.Bu şartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım.

Sevgiler David

15 Ekim 2008 Çarşamba

İlginç tez

ABD'de Massachusetts Institute of Technology'de okuyan bir örgencinin tanık olduğu bu öykü, bir tez çalışmasının nelere yol açacağını göstermesi açısından ilginç bir örnek oluşturuyor:



Bir lisansüstü örgencisi bir yaz mevsimi süresince her gün üzerine siyah-beyaz çizgili bir tişört giyerek Harvard futbol sahasına gider. 15 dakika boyunca sahayı bir bastan diğer uca yürüyerek yerlere kus yemi serper. Bu arada cebinden bir hakem düdüğü çıkartıp öttürür. Yağmur, çamur demeden her gün ayni saatte ayni hareketleri törensel bir ciddiyetle yapar. Derken sonbahar gelir, futbol mevsimi baslar.



Harvard futbol takiminin ilk maçı oynanacaktır. Siyah-beyaz tişörtlü hakem balsama düdüğünü çalar ve o anda olanlar olur.



Yüzlerce kus sahaya hücum eder ve doğal olarak maç ertelenir.



Bu arada öğrenci tezini vermiş ve mezun olmuştur.

Japon balıkları

Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir. Fakat japonya sahillerinde bol balık bulmak mümkün olmamaktadır. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılabilmişlerdir. Balıkiçin uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur. Dönüş bir-iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktadır.

Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Bu problemi çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır. Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.

Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyor ve donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı.

Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar.Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta, birbirlerine çarpa çarpa birazda aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi. Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabiliyorlardı.

Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti.

Balıkçılar nasıl olacakta Japonya'ya taze lezzetli balığı getirebileceklerdi ?

Siz olsaydınız ne yapardınız ?

Hedeflerinize ulaşır ulaşmaz, mesela mükemmel bir eş buldunuz veya çok başarılı bir firmaya girdiniz, borçları ödediniz v.s. Heyecanınız kaybolmaya başlamaz mı? Aşırı çalışmanız gerekmiyorsa rahatlamaz mısınız?

Lotoda büyük ikramiyeyi kazananlar parayı savurmaya başlamaz mı ?

Japonların Taze balık probleminde olduğu gibi çözüm aslında basittir.

1950'lerde L.Ron Hubbart'ın gözlemlediği üzere ?İnsanoğlu ancak hırs iddiası içinde bulunursa anormal çabalar sarfeder. Ne kadar akıllı, uzman, inatçı iseniz iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar zevk alırsınız. Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adım adım çözebiliyorsanız bundan da o derece mutluluk duyarsınız, heyecan duyarsınız ve enerji dolu, canlı, ayakta kalırsınız. Japonlarda balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmişlerdi.

Buradan da görüleceği üzere problemlerden, uzaklaşmaktansa içine atlamak,boğuşmak ve onları yenmek gerekir. Problemimiz çok ve çeşitli olabilir. Ümitsiz olmayın. Onları tanıyın, organize edin, kararlı olun, daha çok bilgi ve yardım desteği ile onlarla savaşın.

Beyninize bir köpekbalığı atın ve nelere ulaşabileceğinizi o zaman görün.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Kahve, yumurta, havuç

Bir babayla kız dertleşiyormuş. Kızı hayatında çok sıkıntı yaşadığından ve bunlarla nasıl baş edeciğini bilmediğinden bahsetmiş babasına. Problemler ardı arkasına devam ediyormuş hayatında.

Babası kızını dinlemiş ve " Gel sana birşey göstereceğim! " diye mutfağa götürmüş. Baba ocağın üstüne eşit büyüklükte kab yerleştirmiş. Üçüne de eşit su koymuş ve üçünün altını aynı miktarda yakmış. Birinci kaba bir havuç , diğerine bir adet yumurta , öbürüne de bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Her üçünü de tam 20 dakika pişirmiş. Daha sonra ateşi kesmiş. Masaya iki tabak ve bir bardak koymuş. Haşlanmış yumurtayı ve havucu birer tabağa,kahveli suyuda bardağa koyup kızına sormuş:

"Ne görüyorsun?"

Kız "Havuç,yumurta ve kahve görüyorum!" demiş.

Kızını elinden tutup masaya yaklaştırmış ve daha yakından bakıp hissetmesini istemiş. Haşlanmış yumuşak bir havuç, içi katılaşmış bir yumurta ve bir bardak kahve. Ardından kız " Baba bunu bana niçin gösteriyorsun?" diye sormuş.

"Bak" demiş babası," Hepsi aynı sıcaklıkta ve aynı sürede pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepki verdi. Havuç ilk başta sertti, güçlüydü ama kaynatılınca yumuşadı, güçsüzleşti. Yumurta çok kırılgandı ama kaynatılınca sertleşti. Bir avuç kahve sertti ama ısıtılınca gevşedi ve suya dağıldı, yayıldıkça suya koku ve tat verdi. Şimdi söyle bakalım, sen hangisisin?...

12 Ekim 2008 Pazar

Kaktüs

Hikayemizdeki kaktüs, çölde uzun yıllardır birkaç kaktüsle beraber yaşıyordu. Kökleri toprağın derinliklerine iniyordu. Çok nadiren yağmur yağarsa bulduğu her damla suyu bünyesinde topluyor, aylarca süren kavurucu sıcaklık altında hücrelerindeki bu suyu kullanıyordu. Başka bitkilerin bu koşullar altında hayatını sürdürmesi mümkün olmuyordu. Yoğun bir yağmur yağdığında başka bazı otlar toprak üzerinde yeşerse de 1 hafta içinde ölüp gidiyorlardı.



Bazen bir kervan geçer ve yanlarında mola verirlerdi. Eğer kervanın suyu bitmişse, dikenli yapraklarını koparır ve sıkarak suyunu bir şişede toplayıp içerlerdi. Bu tür durumlarda su eksilmesine karşılık daha büyük bir güçle topraktan su bulma girişiminde bulunur ve hayatını böylece devam ettirirdi.



Fakat son zamanlarda garip olaylar olmaya başlamıştı. Eskisinden daha fazla yağmur yağıyor ve toprakta çok daha fazla su toplanıyordu. Kökleri ise eski huyunu devam ettirdiği için vücudundaki yapraklarda daha fazla su birikmeye başlamıştı. Hatta biriken su miktarı hızla artmaya başlayınca bir yaprağının çürümeye başladığını hissetti. Eğer böyle giderse başka yapraklarını da kaybedecekti.



Üstelik daha önce yeşerip bir haftada ölen otlar son yıllarda daha fazla hayat bulmaya başlamışlar, hepsi olmasa da birkaçı hayatını sürdürmeyi başarmıştı. Etrafında yeni arkadaşların oluşması güzeldi fakat artan su miktarıyla birlikte sancıları da artmaya başlamıştı.



Değişim olduğunu hissediyor ama yine eski ortamına döneceğini düşündüğü için köklerini derinliklerden çekemiyordu. Çekerse, eski ortama dönüş olduğu anda kendisi de su kaybından ölebilirdi. Bu riski alamazdı. Ama bir türlü yağmurların sıklığında düşüş de olmuyor aksine zaman ilerledikçe, bir yılda yağmur yağan gün sayısı artıyordu. Daha önce çok nadiren gördüğü böceklerde de çoğalma olmuştu. Daha önce hiç görmediği böcek tipleri ortaya çıkmaya başlamıştı.



Bir gece tam uyumak üzereyken acıyla uyandı. Hiç tanımadığı bir böcek bir yaprağını ısırıyor ve afiyetle yiyordu. Çığlık atmaya başladı. Bunu duyan diğer bitkiler uyandı ve 'kes sesini, ne bağırıyorsun uyuyoruz' dediler. Sabaha kadar sancılı ve işkence veren süreç devam etti. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte böcek karnını doyurmuş yuvasına yönelmişti. Gözlerinden dökülen yaşlar bir yaprağının daha kopup yere düşmesini engelleyemedi.



Öğleye doğru mola veren bir kervanın konuşmalarını dikkatle dinlemeye başladı. 100-150 kilometre ötedeki bir barajdan söz ediyorlardı. Bir dağın önüne set çekilmiş ve kocaman bir göl oluşmuştu. Durumu o zaman anladı. Coğrafyadaki yapı değişmişti. Yağmurların sebebi bu barajdı. Yağmur yağmaya devam edecek ve eski günler hiç gelmeyecekti. Bunu anladığı anda yapraklarına su gönderen köklerini çekmeye çalıştı, onlara emirler gönderdi, 'fazla su göndermeyin' dedi ama nafile. Kökler çok derindeydiler ve duymuyorlardı.



Çok zaman geçmedi ve bir sabah diğer bitkiler uyandıklarında kaktüsün ölüsüyle karşılaştılar ve çok geçmeden diğer birkaç kaktüs de ölmüştü.

10 Ekim 2008 Cuma

Katana'nın hikayesi

Milattan önceki yıllarda bir japon imparatoru çok kaliteli ve güçlübir kılıç ister ve bunun için bir çok ustaya haber gönderir...

Aradan geçen kısa zamandan sonra bir çok kılıç getirilmiştir huzuruna. Bunlardan birincisi bir kütük parçasını ikiye ayırmaktadır. Japon imparatoru bunu beğenmiştir. İkinci kılıç ise çeliği paramparça etmektedir... Bir başkası kat kat zırhı yarmakta , farklı bir tanesi de kendi kınınını kesmektedir. Bunların üzerine son bir kılıç ustası kılıcıyla meydana çıkar ve bu kılıcın gücünü burada değil , ancak bir nehirde gösterebileceğini söyler. Şaşıran japon imparatoru bunu kabul eder. Usta , kılıcı nehrin ortasına saplar ve bir gül yaprağını alıp akıntının biraz olsun gerisinden bırakır. Kılıç yaprağı ikiye ayırmıştır. Bir çok kişi şaşkın olmasına rağmen diğer ustalar bölünenin bir yaprak olduğunu, çelik, zırh, kütük gibi parçaların yanında yaprağın ne öneminin olduğunu anlatırlar imparatora... İmparator bunu ustaya sorduğunda usta yanıt verir :

"Diğer ustaların kılıçlarının etkisi için güç kullandılar. Ben ise hiç kendimi yormadan böldüm bir yaprağı.... İşte bu, katanadır..."

Kavanoz ve büyük taşlar

(Bu hikaye, Kellog Business School'da (Northwestern Üniversitesi) İş İdaresi Yüksek Lisans öğrencileri ile ders veren profesör arasında geçmiştir.)

Profesör sınıfa girip, karşısındaki diğerlerinin arasından sıyrılabilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra:

- Bugün zaman yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız,der. Kürsünün altından büyük boy bir cam kavanoz çıkartır ve gene kürsünün altından bir torba da yumruk büyüklüğünde taşlarla dolu bir torba çıkartır, büyük bir dikkatle taşları kavanozun içine yerleştirmeye başlar. Kavanozun başka taş almayacağından emin olana dek uğraşır ve sonra dönüp öğrencilerine;

- Bu kavanoz doldu mu? diye sorar. Öğrenciler hep bir ağızdan:

- Doldu, diye yanıtlarlar. Profesör "Öyle mi?" der ve gene kürsünün altına eğilerek bir torba çakıl taşı çıkartır, kavanozun ağzından yavaş yavaş aktarır, bu sırada kavanozu biraz sallayarak taşların yerleşmesine yardımcı olmaktadır. Kavanoz taşınca öğrencilere dönerek bir kez daha sorar;

- Bu kavanoz doldu mu? Bir öğrenci;

- Dolmadı herhalde, der.

- Doğru, der profesör ve kürsünün altından bu kez bir torba kum çıkartıp kavanoza doldurmaya başlar. Tekrar öğrencilerine dönüp;

- Bu kavanoz doldu mu? diye sorar. Bu kez tüm sınıf hep birlikte "hayır" diye bağırır.

- Güzel! der profesör. Kürsünün altından bir sürahi su çıkartıp kavanozu ağzına kadar suyla doldurur. Sonra öğrencilerine dönerek;

- Bu deneyin amacı neydi? diye sorar. Uyanık bir öğrenci atılarak;

- Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, başka işlere ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır, diye açıklar. Profesör hafif gülümseyerek;

- Hayır! Bu deneyle esas anlatmak istediğim, büyük taşları baştan yerleştirmemiz gerektiğidir, diğer küçük taşlara gördüğünüz gibi yer kalmaktadır. Ama önce küçük taşlarla kavanozu doldursaydık büyükler asla giremezdi, der. Ve devam eder;

- Nedir hayatımızdaki büyük taşlar? Aileniz, sevdikleriniz, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser ortaya koyma isteğiniz, başkalına yararlı olma isteğiniz. Büyük taşlarınız bunlardan bir veya bir kaçı olabilir. Bu akşam uyumadan önce büyük taşlarınızın neler olduğunu iyice düşünün ve kararınızı verin. Bilin ki; büyük taşlarınızı kavanoza ilk başta yerleştirmezseniz hiç bir zaman koyamazsınız. O zaman da ne kendinize, ne çalıştığınız kuruma ve ne de ülkenize yararlı olabilirsiniz. Bu da iyi bir işadamı hatta iyi bir vatandaş olamayacağınızı gösterir.

7 Ekim 2008 Salı

Kaz

Bir varmış bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, var varanın, sür sürenin, çok baykuşu var viranenin; hali yaman dediler, destursuz bağa girenin; o da yalan, bu da yalan, fili yuttu bir yılan, var biraz da sen oyalan; az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, bir de arkama baktım ki bir arpa boyu yer gitmişim. Armudu taşlayalım, altında kışlayalım... Artık izin verirseniz, öyküye başlayalım.

***

İki atla bir anahtar deliğinden geçtiğim zamanlarda, görkemli bir padişah ile bir de onun tun kafa bir sadrazamı varmış.

Çok soğuk bir kış günü, fakir fukara yakacaksızlıktan titrer, zenginlerin dahi mazotsuzluktan dişleri birbirine takır takır vururken; padişah, tun kafa sadrazamına:

- Lala, demiş, kalk giysilerimizi değiştirip, halkın arasına inelim. Bu soğuk kış kıyamette ulusumun durumu nicedir, bir görelim.

***

Böylece padişahla sadrazam, değişik giysiler giyerek sarayın arka kapısından usulca dışarı çıkmışlar. Kenti baştan başa geçmişler. Arada bir sadrazam, kapıları ışık içindeki lokantalardan birini göstererek:

- Ulu padişahım, çok yoruldunuz, isterseniz şuraya girip kafayı bir güzel çekelim, dedikçe; padişah:

- Yok, diyormuş; kafayı değil, gerçekleri gördükçe acıdan içimizi çekeceğimiz yerlere gitmek istiyorum. Beni sarayda oyalayıp duruyorsunuz. Onlar bana gelemiyor; ben de onlara gidemezsem, tutamaksız kalmış insanların dünyasıyla ilgilenmezsem, benim ululuğum nerede kalır?

Sadrazam içinden:

- Çattık, diyormuş; bizim padişah halkla ilgilenmeye kalkar da, onların yaşamlarını, hünerlerini, dertlerini, sıkıntılarını yakından görürse; bizlerin aslında pek de erdemli, yetenekli kişiler olmadığımızı anlayacak.

Ama çaresiz yürüyüp gidiyormuş padişahın yanında.

***

Böylece üç gün üç gece, dağ tepe, kar fırtına demeden yürüye yürüye bir ırmağın kıyısına varmışlar. Irmak soğuktan ha buz tuttu, ha tutacak durumdaymış. Bembeyaz süt sakallı bir ihtiyarcık da, ırmağın kıyısında bir şeyler yapıyormuş o soğukta.

***

Padişah, ihtiyarı görünce oraya doğru yönelmiş.

Sadrazam:

- Ulu padişahım, demiş; o gördüğünüz kişi, ola ki kaba saba bir adamdır. Ne yapıp ne yapmayacağını kestiremeyiz. İsterseniz hiç ilgilenmeden geçip gidelim.

Padişah:

- O yaşta tek başına buz tutan bir ırmağın kıyısında uğraşıp duran bir insan, belki de senin anlayamayacağın kadar gerçek insandır. Hele bir yol konuşalım onunla, demiş.

***

Padişahla sadrazam ırmağın kıyısına inmişler. Padişah ihtiyara:

- Esselamün aleyküm ya piri peder, demiş.

İhtiyar şöyle bir bakmış iki kişiye, sonra saygıyla selam vererek:

- Ve aleykümselam cihana server, demiş.

Sadrazam birden şaşırıp kalmış, ihtiyarın değişik giysiler içindeki padişahı nasıl tanıdığına.

Padişah sormuş:

- Neyle uğraşırsın bu soğukta?

- Deri debbağlarım efendimiz hazretleri...

- Altılarda ne yaptın?

- Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetiştiremiyoruz efendimiz.

- Geceleri kalkmadın mı?

- Kalktım ama, ellere yaradı efendimiz.

- Ben sana bir kaz göndersem yolar mısın?

- İzniniz olursa, ciyaklatmadan efendimiz.

***

Padişah, bu konuşmaları anlamadan afal afal dinleyen sadrazamıyla birlikte ayrılmış ihtiyarın yanından. Sonra da yolda sadrazama:

- Gördün mü, demiş; ne ince, ne hünerli, ne güçlü insan!

- Evet ama bendeniz hiçbir şey anlamadım konuşmalarınızdan.

- Ne, anlamadın mı? Yazıklar olsun sana... Demek hiçbir şey anlamadın ha? Sana yirmi dört saat süre... Tez düşün, bul hikmetini söylediğimiz sözlerin. Yoksa karışmam, kelleni bir daha taşıyamazsın omuzlarının üstünde...

***

Sadrazam başlamış düşünmeye... O gece indikleri handa sabahlara kadar gözüne uyku girmemiş sadrazamın. O ihtiyar derici nereden anladı padişahın padişah olduğunu? Ne demek altılarda ne yaptın? Ne demek altıya altıyı eklemeden otuz ikiye yetiştirememek? Ne demek geceleri kalkmadın mı? Ne demek kalktım ama ellere yaradı?

***

Güneş doğmadan, sadrazam handan çıkıp ters yüzü ırmağın başında ihtiyarı bulmaya gitmiş. İhtiyar yine ırmakta devam ediyormuş deri debbağlamaya... Sadrazamı görünce:

- Hoş geldin efendi hazretleri, ben de seni bekliyordum, demiş.

- Beni mi bekliyordun? Nasıl yani...

- Gelip bana bazı şeyler soracağınızı düşünüyordum.

- Doğru bilmişsin. Önce şunu soracağım. Padişah efendimizin padişah olduğunu nasıl anladın?

İhtiyar ışıklı bir gülücükle sakalını sıvazlamış:

- Bu sorunun yanıtı senin kelleni kurtaracak. Kellene ben pek bir fiyat biçemem. Sen kendin biç bakalım da, ona göre konuşalım.

- Bin altın vereyim mi?

- Eh madem o kadar fiyat biçtin, öyle olsun.

Sadrazam kesesini çıkarıp bin altın saymış dericiye.

- Haydi söyle bakalım, demiş, nerden anladın?

- Nerden anlayacağım, sırtındaki kürk, ancak bir padişahın giyebileceği değerde, en pahalı samurdan yapılmıştı. Sonra selamındaki o süzülmüş yücelik de, sırtındaki kürke uygundu. Padişahtan başka kimse benim gibi bir dericiye "Esselamün aleyküm ya piri peder" diye hem yürekten, hem özenli bir selam veremez.

***

Sadrazam:

- Hım, demiş; anlıyorum. Peki ama, altılarda ne yaptın diye de sordu, ne demekti o?

İhtiyar:

- Bu da, demiş, senin kellenin değerinde bir soru. Öyle değil mi?

Sadrazam bin altın daha saymış ihtiyara; ihtiyar:

- Yani demiş yılın daha sıcak olan altı ayında çalışmadın mı, diye sordu bana.

- Ha tamam peki! Sen de altıya altı eklemeden otuz ikiye yetiştiremiyorum, dedin. Onun anlamı neydi?

İhtiyar:

- Sen kellenin değerini biraz abarttın gibi geliyor bana, demiş. Madem fiyatını kendin biçtin, düş o zaman bin altın daha.

Ve bin altın daha düşmüş sadrazam.

- Altı ay yaza altı ay kışı eklemeden, otuz iki dişe yemek yetiştiremiyorum, dedim.

- Eveeet. Geceleri kalkmadın mı, diye de sordu. Al bin altın daha; söyle...

- Çocukların olmadı mı demek istedi.

- Sen de kalktım ama ellere yaradı, dedin. Al işte bin altın daha; onu da söyle...

- Çocuklarım oldu ama, hepsi kızdı. Başkalarıyla evlenip gittiler, demek istedim.

- Sana bir kaz gönderirsem yolar mısın, diye sordu. Al bin altın daha... Yok, dur... Söyleme... Anlıyorum.. Yani kaz diye şey... Yani beni... Öyle değil mi? Geleceğimi de oradan bildin...

***

İhtiyar:

- Üzülme, demiş; bak ben insan olmayı yeğlediğim için; tüm yaşam boyu, akıp giden bir ırmağın kıyısında deri eğiteceğim diye uğraşıp duruyorum. Bunu gördükten sonra, hâlâ hoşnut değil misin durumundan?

Sadrazam:

- Bilmem ki, demiş...

Sonra da kellesinin omuzları üstünde kalacağından sevinçli, hızlı hızlı uzaklaşmış oradan...

Keklik

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafet yapmış, Kuşlar Çarşısı’nı geziyormuş.

Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar.

Bir ara gözü kekliklere ilişir padişah’ın.

Bir grup kekliğin üzerindeki varakta, “Tane işi satış fiyatı 1 altın”

yazıyor. Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki, fiyatı; 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır.

“Hayırdır” der satıcıya, “Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?”

Satıcı, “Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor”

diyor.” Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar” diye ekliyor.

“Satın alıyorum” diyor Padişah, “Al sana 300 altın…”

Parayı veriyor; hemen oracıkta kekliğin kafasını kesiyor.

Adam şaşırıp, “Ne yaptınız, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız, yazık değil mi” diye dövünürken;

Padişah gürlüyor: “Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bunun akıbeti er veya geç budur

Kırlangıç

Kırlangıcın biri, bir adama asık olmuş. Pencerenin önüne konmuş, bütün cesaretini toplamış, röleli tüylerini kabartmış, güzel durduğuna ikna olduktan sonra küçük sevimli gagasıyla cama vurmuş. Tik. Tik. Tik. Adam cama bakmış. Ama içeride kendi isleriyle uğraşıyormuş. Biraz meşgulmüş! Kimmiş onu isinden alıkoyan? Minik bir kırlangıç!

Heyecanlı kırlangıç, telasını bastırmaya çalışarak, derin bir nefes almış, şirin gagasını açmış, sözcükler dökülmeye başlamış.

"-Hey adam! Ben seni seviyorum. Nedenini, niçin ini sorma. Uzun zamandır seni izliyorum. Bugün cesaret buldum konuşmaya. Lütfen pencereyi aç ve beni içeri al. Birlikte yasayalım". Adam birden parlamış.

"-Yok, daha neler? Durduk yerde sende nerden çıktın simdi? Olmaz, alamam" demis. Gerekçesine pek sersemceymiş.

"Sen bir kuşsun! Hiç kuş, insana asık olur mu?"

Kırlangıç mahçup olmuş. Başını önüne eğmiş. Ama pes etmemiş, bir süre sonra tekrar pencereye gelmiş, gülümseyerek bir kez daha sansını denemiş:

"Adam, adam! Hadi aç su pencereyi. Al beni içeri! Ben sana dost olurum. Hiç canını sıkmam!".

Adam kararlı, adam ısrarlı:

"Yok, yok ben seni içeri alamam" demiş. Biraz daha kabalaşmış ve lafı kısa kesmiş.

"İşim gücüm var, git başımdan". Aradan bir zaman geçmiş, kırlangıç son kez adamın penceresine gelmiş:

"Bak soğuklar da başladı, üşüyorum dışarıda. Aç su pencereyi al beni içeri. Yoksa sıcak yerlere göç etmek zorunda kalırım. Çünkü ben ancak sıcakta yasarım. Pişman olmazsın, seni eğlendiririm. Birlikte yemek yeriz, bak ben de sen de yalnızız, yalnızlığını paylaşırım" demiş.

Bazıları gerçekleri duymayı sevmezmiş. Adam bu yalnızlık meselesine içerlemiş. Pek bir sinirlenmiş.

"-Ben yalnızlığımdan memnunum" demiş. Kuştan onu yalnız bırakmasını istemiş. Düpedüz kovmuş. Kırlangıç, son denemesinden de başarısızlıkla çıkınca basını önüne eğmiş, çekip gitmiş. Aradan zaman geçmiş. Adam önce düşünmüş, sonra kendi kendine itiraf etmiş:

"-Hay benim akılsız başım."demiş.

"-Ne kadar aptallık ettim! Beklenmedik bir anda karsıma çıkan bir dostluk fırsatını teptim. Niye onun teklifini kabul etmedim ki? Simdi böyle kös kös oturacağıma keyifli bir vakit geçirirdik birlikte."

Pişman olmuş olmasına ama is isten geçmiş. Yine de kendi kendini rahatlatmayı ihmal etmemiş: "Sıcaklar başlayınca, kırlangıcım nasıl olsa yine gelir. Bende onu içeri alır, mutlu bir hayat sürerim" diye düşünmüş ve çok uzunca bir süre, sıcakların geçmesini beklemiş. Gözü yollardaymış. Yaz gelmiş, baksa kırlangıçlar gelmiş ama... Onunki hiç görünmemiş. Yazın sonuna kadar penceresi açık beklemiş ama boşuna. Kırlangıç yokmuş! Gelen baksa kırlangıçlara sormuş ama gören olamamış. Sonunda danışmak ve bilgi almak için bir bilge kişiye gitmiş. Olanları anlatmış. Bilge kişi gözlerini adama dikmiş ve demiş ki;

"Kırlangıçların ömrü 6 aydır..."

Hayatta bazı fırsatlar vardır, sadece bir kez elinize geçer ve değerlendirmezseniz uçup gider. Hayatta bazı insanlar vardır, sadece bir kez karsınıza çıkar ve değerini bilmezseniz kaçıp giderler. Ve asla geri gelmezler. Dikkatli olun... Farkında olun... Ve bir düşünün bakalım acaba siz bugüne kadar pencerenizden kaç kırlangıç kovdunuz?

Kişilik

Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşirle tahtaya kocaman (1) bir rakamı çiziyor. "Bakın" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."

Sonra (1)birin yanına bir (0) sıfır koyuyor:

"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1) biri (10) on yapar".

Bir (0) sıfır daha...

"Bu, tecrübedir. (10) on iken (100) yüz olursunuz".

Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek... disiplin... sevgi...

Eklenen her yeni (0) sıfırın kişiliği (10) on kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1) biri siliyor.

Geriye bir sürü sıfır kalıyor ve hoca yorumu patlatıyor:

"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".

Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...

Körlerin hikayesi

Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş. Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy. Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün...

Girince köyün içine anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası. Kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri...

Gezginci adam karar vermiş burada yasamaya:

Hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş.

Körler ülkesinde sasılar kral olur, derler. Ben de bunların basına geçer yasarım.

...

Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.

Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.

...

Bir gün körlerden biri öteki körün malini asırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmis:

- Filanca malini çaldı falancanın.

Körler:

- Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.

- Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum.

Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.

- Ne demek görmek, demişler, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?

- Anlıyorum tabii...

- inanmayız, imtihan edeceğiz seni...

...

Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.

- Anlat bakalım, simdi biz ne yapıyoruz, demişler.

Adam anlatmış:

- Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, Su ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs...

Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:

- Anlatsana...

- İçeri girdiniz göremiyorum ki...

Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:

- Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat, demişler.

- Arada duvar var görmüyorum.

Körler :

- Sen atıyorsun, demişler. Demincek tesadüf etti.

Bak, simdi bilemiyorsun.

- Çıkın dışarı, söyleyeyim.

- Bu kadar uzaktan duyunca ha içersi, ha dışarısı, ne çıkar yani...

- Ben duymuyorum, ben görüyorum, diyormuş adam.

- Öyle şey olmaz, demiler. Sende bir bozukluk var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni...

...

Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii... Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:

- Buldum, demiş. Bozukluk burada...

Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:

- Saçmalaması bundan dolayı, diyormuş. Ben simdi hallederim, düzeltirim onu...

Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.

Körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.

Kralın yolu

Kral, halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeyi düşündü. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi.

Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti. Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu. Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerinde hepsi aynı şikayette bulundu; yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.

Günün sonunda yalnız bir yolcu bitiş çizgisine yorgun - argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı:

"Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı.” Kral gülümseyerek cevap verdi:

"O altınlar sana ait delikanlı."

"Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."

"Evet" dedi kral. "Bu altınları sen kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan geçen en güzel kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir."

Kurbağa ve süt

Bir gün iki kurbağa süt dolu bir küpün içine düşmüş. Kurbağalar atlamış, zıplamış, çırpınıp durmuşlar. Ama nafile... Küpün içi sırlı, kaygan olduğu için bir türlü dışına atlayamamışlar...

Kurbağalardan biri dayanamayarak "buradan kurtuluş yok" diye düşünmüş ve kendini salıvermiş sütün içinde boğulmuş.

Öbür kurbağa ise azmini yitirmeyerek "Direnmeye devam etmeliyim, zıplayım belki gelip kurtaran olur" diye düşünmüş ve başlamış sıçrayıp debelenmeye ve bağırmaya...

Uzun süre uğraşıp didinip durmuş, bakmış ki kimse gelmiyor; tam azmini, umudunu yitiriyormuş ki içinde zıpladığı süt, çalkalanmadan dolayı kaymak bağlamaya başlamış. Direnen kurbağa da kaymağın üzerinde kalıp batmaktan kurtulmuş ve sıçrayıp dışarı atlayıvermiş.

Kuyudaki eşek

Günlerden bir gün, köylerden birinde, adamın birinin eşeği, kuyunun birine düşmüş. niye düşer, nasıl düşer sormayın. Eşek bu. Düşmüş işte. Belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı belki, üzerine de toprak dökülmüştü. Zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, toprakta biten otları yemek isteyen eşeğin ağırlığını çekemedi ve güm. Hayvancık saatlerce acı içinde kıvrandı, bağırdı kendi dilinde. Ayıptır söylemesi, anırdı yani. Sesini duyan sahibi gelip baktı ki vaziyet kötü. zavallı eşeği kuyunun dibinde melul mahzun bakınıyor. Üstelik yaralanmış. Karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı hisseden adamcağız köylüleri yardıma çağırdı. Ne yapsak, ne etsek, nasıl çıkarsak soruları havada kaldı.

Sonunda karar verildi ki kurtarmak için çalışmaya değmez. Tek çare, kuyuyu toprakla örtmek. Ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine toprak attılar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibe döktü. Ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükseldi ve sonunda yukarıya kadar çıkmış oldu. Köylüler ağzı açık bakakaldı.



(kissadan hisse)

Hayat, bazen bizim de üzerimize abanır - ne bazeni, çoğu zaman. Toz toprakla örtmeye çalışanlar çok olur. Bunlarla başetmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır.

Kör kuyuda olsak bile...

Fıkra

Savcı, 3 ayrı cesedi incelemek için Adlitıp'ın morguna gelmişti.

Birinci cesedin yüzü hâlâ sırıtıyordu.

Savcı sordu:

- Neden sırıtarak ölmüş?

Uzman patolog açıkladı:

- Milli Piyango'dan büyük ikramiye çıkmış kendisine. Öylesine heyecanlanmış ki sevinçten, kalbi dayanmamış.

* * *

Savcı yine sordu:

- Peki bu ceset neden sırıtıyor?

- Ona da beklenmedik bir miras düşmüş büyük dayısından; 30 daireli bir apartman. Aşırı sevinç heyecanının sonucu, kriz kardiak...

* * *

Üçüncü ceset ise kavrulup kömür kesilmişti; ama yine de sırıtıyordu.

- Bu neden ölmüş de, kömür kesilmiş böyle?

- Yıldırım çarpması efendim.

- Ama bu da sırıtıyor...

- Fotoğrafını çekiyorlar sanmış efendim.

* * *

Melek

Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir çocuk varmış. Bir gün Allah'a sormuş:

- Allahım beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler, fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım?

- Tüm meleklerin arasından senin için bir tanesini seçtim. o seni bekliyor olacak ve seni koruyacak. Meleğin sana her gün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın.

- Peki... insanlar bana birşeyler söylediklerinde, dillerini bilmeden söylenenleri nasıl anlayacağım?

- Meleğin sana dünyada duyabileceğin en güzel ve tatlı sözcükleri söyleyecek, sana konuşmayı dikkatle ve sevgiyle öğretecek.

- Peki Allahım ben seninle konuşmak istersem ne yapacağım?

- Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi de öğretecek.

- Dünyada kötü adamlar olduğunu duydum, beni kim koruyacak?

- Meleğin seni kendi hayatı pahasına dahi olsa daima koruyacak.

- Fakat ben seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm.

- Meleğin sana sürekli benden söz edecek ve bana gelmenin yollarını sana öğretecek.



O sırada Cennette bir sessizlik olur ve dünyanın sesleri cennete kadar ulaşır. Çocuk gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru sorar:

- Allahım eğer şimdi gitmek üzereysem lütfen söylermisin, benim meleğimin adı ne?

- Meleğinin adının önemi yok, sen onu ANNE diye çağıracaksın...

Mermer yontucusu

Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış...



-"Bu hayattan bıktım artık... Yontmak! Devamlı mermer yontmak... Öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş! AH! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde herşeye hakim olur, ışınlarımla etrafı aydınlatırdım..." diye söylenir dururmuş yontucu.



Bir mucize eseri olarak dileği kabul olmuş ve yontucu o an güneş oluvermiş. Dileği kabul edildiği için çok mutluymuş. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark edince...



-"Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre, benim güneş olmam neye yarar!" diye isyan etmiş... "Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim..." demeye kalmadan hemen bulut olmuş... Dünyanın üzerinde uçmaya başlamış, oradan oraya koşuşup, yağmurlar yağdırmış, fakat birdenbire ortaya çıkan rüzgâr bulutları dağıtmaya yetmiş.



-"Ah, rüzgâr geldi beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o. Öyleyse ben rüzgâr olmak istiyorum..." diye karar değiştirmiş bu sefer...



Ve dünyanın üzerinde esip durmuş, fırtınalar estirmiş, tayfunlar meydana getirmiş. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mâni olduğunu görmüş... Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar... Bu bir dağmış...



-"Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgâr olmam neye yarar..." diye düşünmüş... Bu sefer de dağ oluvermiş... Ve o anda bir şeyin ona durmadan vurduğunu hissetmiş... Kendinden daha güçlü olan, onu içinden oyan şey... Bu küçük bir mermer yontucusuymuş...

Mühendis ve bilim adamı

1000 metre uzunluğunda iki çizgi çizilir. Çizgilerden birinin başında bir mühendis, diğerinin başında ise bir bilim adamı durmaktadır. Ellerine birer sopa verilen mühendis ve bilim adamının amacı her seferinde bir önceki gittikleri yolun yarısı kadar ilerleyerek çizgilerin sonunda yer alan adamlara ulaşmak ve onları dövmektir. (yani ilk seferde 500, sonra 250, sonra 125 m şeklinde)



Bir süre geçtikten sonra bilim adamı yerinde hareketsiz dururken, mühendisin çizginin sonundaki adamı dövmeye başladığı görülür.

Bilim adamına gidip sorarlar, "Neden vurmuyorsun adama?", Bilim adamı der ki "Her seferinde bir öncekinin yarısı kadar yol alarak bu noktaya ulaşmam mümkün değil! Bu sonsuza dek sürer".

Bilim adamını haklı bulurlar. Çünkü dediği doğrudur. Sonuçta ne kadar yaklaşılırsa yaklaşılsın, ulaşılmak istenen nokta ile şahıs arasında çok az da olsa bir mesafe kalacağı kesindir.

Eee bu mühendis ne yapıyor o zaman? sorusu gelir akıllarına ve sorarlar “neden dövüyorsun adamı? Mühendis yanıtlar; "Ben vuracak kadar yaklaştım kardeşim!"

Nasıl at çalınır?

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır, mıngır sallar iken...

Günlerden bir gün Arabistan`nın çöllerinde komşu iki Emir var imiş. İkisi de birbirinden zengin ve de varlıklı imişler. Sınırsız paraları, birbirinden güzel cariyeleri, atları, sarayları, yatları varmış. Her şeyleri varmış ama, Emirlerden birinin öyle güzel, öyle güzel bir atı varmış ki..., diğeri kıskançlığından nerdeyse çatlayacakmış.

Kıskanç Emir, araya aracılar koymuş, at için petrol kuyuları, paralar, üstüne üstlük cariyelerin en güzellerini teklif etmiş..., ama boşuna.

At sahibi emir bir türlü razı gelip atı vermemiş.

Emir, günlerden bir gün o güzelim atı ile çöller üzerinde gezintiye çıkmış. At hem çok hızlıymış, hem de kumlar üzerinde o kadar güzel adımlar atıyormuş ki seyrine doyum olmuyormuş. Güneşte pırıl pırıl parlayan simsiyah tüyleri, kendi rüzgarı ile sağa sola savrulan yelesi, bir başka güzelmiş.

Derken, Emir`in gözüne ileride bir şey takılmış. Sürmüş atını gördüğünün üzerine. Bakmış, bir de ne görsün? Yerde susuzluktan kıvranan bir adam. Sahip... su... su...! diye yalvarıyormuş. Hemen inmiş atından. Terkisinden su kırbasını çıkartmış, tam adama su verecek. Birden yerdeki adam canlanıvermiş, fırlamış atın üstüne. Sıyırmış maşlahını yukarı, çıkmış öteki Emirin yüzü ortaya ve bağırmış:

Ya, Emir...! At öyle alınmazsa böyle alınır !

Yerde kalan emir hayli üzgün ve de çökmüş, arkasından seslenmiş:

Atımın gittiğine üzülmüyorum.Bir daha benden su isteyenlere su veremeyeceğime üzülüyorum...!

Gökten üç elma düşmüş. Üçü de ümidini ve sevgisini hiç yitirmeyip yardım elini hala uzatabilenlerin başına.

Nasıl bakarsan öyle görürsün

Fransa’da, agir isçilerin isleri hakkinda ne düsündüklerini incelemek üzere arastirmayi yürüten bir görevli, bir insaat alanina gönderilir. Görevli, ilk isçiye yaklasir ve sorar:

Ne yapiyorsun?

Nesin sen, kör mü?” diye öfkeyle bagirir isçi.

Bu parçalanmasi imkansiz kayalari ilkel aletlerle kiriyor ve patronun emrettigi gibi bir araya yigiyorum. Cehennem sicaginda kan ter içinde kaliyorum. Bu çok agir bir is, ölümden beter.

Görevli hizla oradan uzaklasir ve çekinerek ikinci isçiye yaklasir. Ayni soruyu sorar:

Ne yapiyorsun? Isçi cevap verir:

Kayalari mimari plana uygun sekilde yerlestirilebilmeleri için, kullanilabilir sekle getirmeye çalisiyorum. Bu agir ve bazen de monoton bir is, ama karim ve çocuklarim için para gerekli sonuçta bir isim var. Daha kötü de olabilirdi.

Biraz cesaretlenen görevli üçüncü isçiye dogru ilerler.

Ya sen ne yapiyorsun? diye sorar.

Görmüyor musun? der isçi kollarini gökyüzüne kaldirarak. Bir katedral yapiyorum.

Bu hikayenin enteresan tarafi her üç isçinin de ayni isi yapiyor olmalari.Görmeyi seçtiginiz yol sizin tutumunuza baglidir. Bugün hava biraz bulutlu mu yoksa biraz günesli mi? Güllerin dikeni mi vardir, dikenli dallarin gülleri mi? Bardagin yarisi bos mudur, yarisi dolu mu? Yoksa bardak olmasi gerekenin iki kati büyüklükte midir?

Seçim size ait....

Nasihat

Yıllar önce, çok uzaklarda bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacı ile çok uzaklara gitmiş ve yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı gelmiş.. Bu çalışma sürecinde toplam 3000 akçe biriktirmiş ve evinin yolunu tutmuş.

Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş. Yolda yürürken köşe başında birisi ?Bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin akçe? diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: ´Nasıl olur, bir nasihati bin akçeye satarlar, ben yıllarca çalıştım ve sadece 3000 akçe biriktirdim´ Bu işe pek aklı ermemiş ama merak işte. Duramamış ve adama bin akçe vererek o nasihati satın almış. Nasihat "KADERDE NE VAR İSE O ÇIKAR" ve yoluna devam etmiş...

İlerde yine köşe başında başka bir adam bağırıyormuş "bir nasihat bin akçe" diye. Adam yine dayanamamış bin akçede o adama vermiş ve ikinci nasihati de satın almış. İkinci nasihatte: GÖNÜL KIMI SEVERSE GÜZEL ODUR Son kalan bin akçesi ile de yoluna devam etmiş. Tam şehrin çıkışında yine köşe başında bir adam bir nasihati bin akçeye satıyor. Adam bir parasına bakmış, birde nasihati satan şahsa, dayanamamış ve kalan son akçesiyle de o nasihati satın almış. Son nasihat te: "HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ" imiş. Parasız yoluna deva etmiş.

Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile karşılaşmış. Topluluk telaş içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine neler olduğunu sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki :

Burada şehrin tüm su ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşağıya kim indiyse bir türlü çıkamadı. Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye? Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı nasihat aklına gelmiş. "Kaderde ne var ise o çıkar" Aşağıya inmeye karar vermiş. Aslında bu nasihatleri herkes bilir ama uygulayabilmemiz için belli bir bedel ödememiz gerekiyor. İnince canavar hemen yakalamış ve yerine götürmüş. Demiş ki: "Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım." Bir dizine sarışın ve dünya güzeli bir kadın, diğer dizine de kurbağa koymuş ve "Söyle bakalım hangisi güzel?" demiş. Adam düşünürken aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve "Gönül kimi severse güzel oduré demiş. Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Adamı almışlar krala götürmüşler ve ağırlığınca altın vermişler.

Adamımız yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış. Evinin camından içeri bakmış. Bir de ne görsün karısı genç biri ile dizdize oturuyor. Hemen kılıcını çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş "Hiçbir iş aceleye gelmez". Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş beşten sonra karısına o genci sormuş. Kadın da: "Bey sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin oğlun" demiş.

Ressam ve çocuk

Bir gün Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocuk vitrinde çok hoşuna giden bir tablo görür. Tablonun bedeli oldukça pahalıdır.

Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir is bulup kit kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile mağazaya gider. Şanslıdır tablo hala satılmamıştır.

İçeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve "Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm param da bu kadar" der.

Ressam bir süre düşündükten sonra. Resmi paketler ve resmi satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada adamın arkadaşları da vardır ve şaşkın sorarlar:

"Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattın?"

Adam cevap verir:

"Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim, ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim?"

Ressamın intikamı

Genç Macar sanatçi Arpad Sebesy multi milyoner Elmer Kelen'in portresini yapmak için görevlendirilmisti. Görev özellikle zordu, çünkü Kelen sadece üç kisa poz vermeye razi olmustu. Sonuçta, Sebesy portrenin çogunu ezberden yapmak zorunda kalmisti. Kisitlamalara ragmen, Sebesy portrenin Kelen'e yeterince benzedigi görüsündeydi. Ancak, Kelen ayni fikirde degildi.

Kibirli milyoner resmin kendisine benzemedigini öne sürerek portrenin parasini ödemeyi reddetti. Genç ressam resmini yapabilmek için saatlerce ve titizlikle çalismisti, birdenbire bunu gösterecek hiç bir seyi olmadigini fark etti. Milyoner stüdyodan ayrilirken, sanatçi bir ricada bulundu, "portreyi size benzemedigi için reddettiginizi belirten bir mektup yazabilir misiniz?"

Kelen bu kadar kolay kurtulduguna sevinerek razi oldu. Aylar sonra, Macar Sanatçilari Dernegi, Budapeste Güzel Sanatlar Galerisi'nde sergi açti.

Kelen'in telefonu çalmaya basladi. Biraz sonra galeriye geldiginde Sebesy'nin yaptigi portresinin üzerinde, "Bir Hirsizin Portresi" etiketiyle teshir edildigini gördü. Magrur milyoner resmin indirilmesini istedi. Müdür reddedince, Kelen resmin kendisini topluma alay konusu edecegi için dava açmakla tehdit etti. Bunun üzerine müdür Kelen'in resmin kendisine benzemedigi için almayi reddettigini belirten imzali mektubunu çikardi.

Milyoner, artik resmin parasini ödeyip almaktan baska çare kalmadigini anlamisti. Genç sanatçi sadece son gülen olmakla kalmamis, ayni zamanda güçlügü karli bir alisverise döndürmüstü. Çünkü milyoner resmi almaga kalktiginda fiyatin eskisinden on kat daha fazla oldugunu görmüstü.

Gördügünüz gibi, güçlüklere teslim olmayi kabul etmemisti. Bunun yerine öfke ve aciya teslim olmaktansa yaratici ve yararli bir kapi açacak bir yol düsündü. Kisaca ressam degerli bir prensip kesfetmisti. Yeni firsatlar bizi genellikle sikintili anlarda ziyaret eder, ama bir kapi kapanirsa, baska bir kapi açilir.



Dr. Charles C. Lever

"Duvari Asamiyorsan Bir Kapi Aç"

6 Ekim 2008 Pazartesi

Rus mühendis

Sovyetler birliği dağıldıktan sonra bir gün, eski Sovyet Uzay Ajansı çalışanları ile NASA çalışanları bir araya gelirler.

Konu soğuk savaşın ortalarında uzayda yazı yazmaktan açılır. Uzayda yerçekimi olmadığından ötürü, tükenmez kalemler çalışmamaktadır. Amerikalı mühendisler hemen başlar; Tükenmez kalem uzayda çalışmadığından dolayı 1 milyon dolarlık bir AR-GE programı başlatıp, mürekkebi uygun şekilde kalem ucuna basan, yerçekimsiz ortamda dahi sorunsuzca yazabilen bir tükenmez kalem geliştirdik. Siz bu sorunu nasıl aştınız?

Rus mühendisler cevap verir; kurşun kalem kullandık!

Serçenin öğüdü

Avcının biri bir tuzak kurar ve bir serçeyi yakalar. Serçe tam bu sırada dile gelerek avcıya der ki:

- Ey avcı.. Sen bunca zaman koyunlar, sığırlar yedin, bunlarla doymadın da benim birkaç gramlık etimle mi doyacaksın? Beni bırak, karşılığında sana faydalı 3 öğüt vereyim. bu 3 öğütten birini avucunda, birini şu karşıki damın üzerinde, birini de ağaçta söyleyeceğim. Avcı kabul etti ve serçe ilk öğüdü verdi:

- Kim söylerse söylesin, olmayacak şeye inanma. Avcı ikinci öğüdü dinlemek için serçeyi bırakır. Serçe dama konar ve 2. öğüdü söyler.

- Geçmiş gitmiş şeyler için gamlanma. Fırsatı kaçırsan bile üzülme. İçinde bulunduğun vaktin değerini bil. Pişmanlıkla vakit geçirme. Sonra ilave eder:

- Ey avcı, benim karnımda 100 gramlık paha biçilmez bir inci vardı. Seni de senden sonrakileri de ihya ederdi. Avcı:

- Ah! Ne yaptım ben neden salıverdim ki? diye dövünmeye başlayınca, serçe:

- Yahu, ne diye bağırıp çağırıyorsun. Ben sana `geçmiş şeyler için gamlanma, olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma` diye öğüt vermedim mi? Ben kendim 30 gram gelmem ki nasıl olurda karnımda 100 gramlık inci bulunsun.

Avcının aklı başına gelir, kendisiyle alay eden zeki kuşa:

- Peki 3. güzel öğüdün neymiş onu da söyle git.

Serçe duvardan atlar, karşısındaki ağaca konarak alaylı bir dille:

- Allah için iki öğüdümü tuttun da üçüncüsünü mü tutacaksın ? Boşver vaktimi alma, diyerek gökyüzüne kanat çırpar ve gözden kaybolur.

Onu bir gün terk edeceğim

Stress

Profesör öğrencilerine stress yönetimi konusunda ders veriyordu. Su dolu bir bardağı kaldırıp dinleyicilere sordu,"Sizce bu su dolu bardağın ağırlığı ne kadardır? Cevaplar 20 gr ile 500 gram arasında oldu. Bunun üzerine profesör şöyle dedi: "Gerçek ağırlık farketmez. Bardağı elinizde ne kadar süreyle tuttuğunuza göre değişir. Eğer bir dakikalığına tutarsam, problem yok. Bir saatliğine tutarsam, sağ kolumda bir ağrı oluşacaktır. Bir gün boyunca tutarsam, ambulans çağırmak zorunda kalırsınız. Ağırlığı aynıdır ama ne kadar uzun tutarsanız o kadar ağır gelir size.

Eğer sıkıntılarımızı her zaman taşırsak, er ya da geç taşıyamaz duruma geliriz, yükler gittikçe artarak daha ağır gelmeye başlar. Yapmanız gereken bardağı yere bırakıp bir süre dinlenmek ve daha sonra tekrar tutup kaldırmaktır.

Yükümüzü arada bırakmalı tekrar tazelenip dinlendikten sonra yolumuza devam etmeliyiz. İşten eve döndüğünüzde, iş sıkıntınızı dışarıda bırakın. Evinize taşımayın. Yarın tekrar alıp taşıyabilirsiniz.

Tanzanyalı atlet

Yıl 1968, New Mexico olimpiyatları.

Bu yıl ki olimpiyatları unutulmaz yapan ve bu satırlara taşıyan olay ise John Stephan Akhwari isimli Tanzanyalı atletin başından geçmiş bir olay...

"Hava kararmaya başlamıştı, tribünlerde artık bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az seyirci kalmış hatta temizlik görevlileri stadyumu temizlemeye bile başlamışlardı.Bu olay bir grup gazetinin dikkatini çekmişti, acaba bu insanlar ve olimpiyat komitesi hakemleri hala niçin beklemekteydiler. Çok geçmeden bu garip durumun esrarı stadyuma siyahi bir atletin yavaş adımlarla girmesi ile çözüldü. Demek ki bu insanlar kendi ülkelerinin atletlerinin yarışı bitirmesini bekliyorlardı.Fakat garip olan ise stadyuma atletin girmesi ile birden küçük seyirci grubunun hareketlenmesi ve tezahürata başlamasıydı. Çünkü atlet belki de olimpiyat tarihine geçecek kötü bir skorla sonuncu olmak üzere idi.

Gazetecilerden bazıları bu olayı Tanzanyalı taraftarların fanatikliğine bağlamaya çalışırken, diğerleri çoktan güzel bir haber yakalamış olmanın sevinci ile atletin yanına varmışlardı bile...

İşte tarihe geçen bir dialog böylece başlamışı. Bir gazeteci dalga geçer bir üslupla sorusunu sormak için yarışı tamamlayan atletin yanına sokulduğunda kanamakta olan diz kapağını görmesi hiç de zor olmamıştı çünkü yaranın üstünde pansuman bezi bulunmuyordu.Bunun üzerine tüm bu olayların nedeni anlaşılmıştı.

Ama gene de bir tanesi merakını yenemedi :

-Yaralı olduğunuz halde ve yarışı kazanma şansınız kalmamasına rağmen neden yarışı tamamlamak için bu kadar kendinizi zorladınız ?

Soru Tanzanyalı atleti bayağı şaşırtır.Yine de cevaplar :

- Ülkem beni buraya yarışa başlayayım diye değil, yarışı bitireyim diye gönderdi.

Tarif

Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:

Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler. Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:

Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk:

- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.

- İyi ama, demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?

- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.

Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:

- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?

Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken: Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.

Tavşanın doktora tezi

SAHNE 1 :

Bir tavşan önüne bir daktilo almış tak tuk tak tuk birşeyler yazıyor.

Oradan geçen bir tilki :

-Hey tavşan ne yazıyorsun?

-Doktora tezimi yazıyorum.

-Ha öyle mi, çok güzel ne hakkında ?

-Tavşanların tilkileri nasıl yedikleri hakkında.

-Yok canım olur mu öyle şey hiç tavşanlar tilki yerler mi ?

-Olur canım gel istersen sana isbat edeyim.

Beraberce tavşanın yuvasına girerler biraz sonra tavşan tek başına

çıkar ve yine daktilosunun başına geçer tak tuk birşeyler yazmaya devam

eder.

Daha sonra oradan geçen bir kurt tavşanı görür.

-Hey tavşan ne yazıyorsun ?

-Doktora tezimi.

-Ne hakkında ?

-Tavşanların kurtları yemesi hakkında.

-Yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde buna kim inanir.

-Doğru olmaz mı gel istersen göstereyim.

Yine beraberce yuvaya girerler tavşan biraz sonra tek başına dışarı çıkar.

SAHNE 2 :

Tavşanın yuvasının içi.

Bir köşede tilkinin kemikleri. Bir köşede kurdun kemikleri.

Diğer tarafta bir arslan kürdanla dişlerini temizliyor.

SONUÇ VE ANAFİKİR :

Doktora tezi yapmak için tezin önemi yoktur, konunun da önemi yoktur;

Önemli olan tez danışmanıdır.

Tebessüm

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi.

Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı.

Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.

Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.

Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki iki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreşen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi. Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu.

Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı. Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar.

Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir TEBESSÜM'ün sonucuydu.

Temizlikçi

Microsoft şirketinde temizlikçi olarak işe kabul edilen bir kişiye şirket yetkilisi, giriş işlemleri için birkaç belge getirmesi gerektiğini söyledi.

"Bana e-posta adresinizi veriniz ki" dedi. "Ben de size, getirmeniz gereken belgelerin listesini göndereyim."

Temizlikçi adayı, boynunu büktü:

"Benim e-posta adresim yok, efendim" dedi. "Çünkü henüz bir bilgisayarım bile yok."

Microsoft yetkilisi bu yanıttan hiç memnun kalmadı.

"Bir e-posta adresiniz olmadığına göre, ben de sizi, yaşayan bir kişi olarak kabul edemeyeceğim" dedi. "Bu durumda sizi işe almamız söz konusu olamaz."

Bir iş bulma sevincini bir anda yitiren adam, tüm serveti olan cebindeki on dolarıyla ne yapacağını kara kara düşünerek Microsoft binasından ayrıldı ve... Gitti, on dolarlık domates satın aldı, sonra da kapı kapı dolaşarak bunları satmaya başladı.

Akşam olduğunda serveti bir kat artmış, cebindeki on doları, yirmi dolara çıkmıştı. Adam, bu işi üç gün üst üste yaptıktan sonra, servetini 160 dolara çıkardığını görünce, bundan böyle geçimini domates alım satım işinden sağlamaya karar verdi. Her sabah evden biraz daha erken çıkıyor, eve biraz daha geç dönüyor ve parasını ise her gün bir kat daha artırıyordu...

Kısa bir süre sonra işini daha da büyüttü. Önce bir el arabası, daha sonra ise bir kamyon satın aldı. Aradan beş yıl geçtikten sonra öykümüzün kahramanı kişi, Amerika'nın en büyük gıda dağıtımcısı olmuştu. Şimdi sıra, milyonlarca doları bulan serveti yanısıra, tüm aile bireyleri ve kendinin sağlığını koruyabileceği bir sigorta yaptırmaya gelmişti. Sigorta poliçesini hazırlayan acente görevlisi, gerekli kağıtların doldurulmasından sonra ondan, e-posta adresini istedi:

"Bize e-posta adresinizi bırakınız ki, hazırlayacağımız ödeme çizelgesini size hemen gönderebilelim" dedi.

Adam, büyük bir içtenlikle, büyük bir eksiğini açıkladı:

"Fakat benim e-posta adresim yok ki..."

Sigortacı, gözlüğünü indirdi ve adamın yüzüne şaşkınlık ve hayranlıkla karışık bir ifadeyle baktı:

"Çok tuhaf, e-posta adresiniz olmadan bir imparatorluk kurmuşsunuz" dedi ve kafasında biçimlenen soruyu açık açık sordu:

"Ya bir de e-posta adresiniz olsaydı" dedi. "Kim bilir o zaman ne olurdunuz?"

Adam, buruk bir gülümsemeyle yanıt verdi:

"Ne olurdum, çok iyi biliyorum" dedi. "Microsoft şirketinde temizlikçi..."

Vefa

Günün birinde bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırır. Kurt ormanda oraya buraya kaçar, ancak peşindeki avcıları bir türlü ekemez. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar:

"Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler."

Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü "Görmedim" der ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar.

"Çok teşekkür ederim" der kurt, "Bana büyük bir iyilik yaptın"

"Önemli değil" der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlar.

"Bir dakika" diye seslenir kurt: Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok."

Köylü şaşırır: "Olur mu, ben senin hayatını kurtardım."

"Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur" der kurt.

"Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım."

Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler.

Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. " Ne vefası " der kısrak,

"Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya kovdu... "

Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. "Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim" der köpek, "Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur..."

Kurt köylüye döner, "İşte gördün" der. Köylü de son bir çabayla "Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye" diye cevap verir.

Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir.

"Her şeyi anladım da" der tilki "Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?"

Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar: "Gözümle görmeden inanmam..." İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve "Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık" diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar. Sonra tilkiye döner:

"Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın" der.

Tilki de "Benim için bir zevkti" diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür.

Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter:

"Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş..."

Yaban kazları

Dikkat ettiyseniz yaban kazları “V” şeklinde uçarlar. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırmışlar, araştırma sonucunda şu verilere ulaşmışlar;



1-) "V" seklinde uçulduğunda, uçan her kus kanat çırptığında, arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akimi sağlıyormuş. Böylece "V" seklinde bir formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde yetmiş oranında uzatıyorlarmış. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış.



Kıssadan Hisse: Belli bir hedefi olan ve buna ulaşmak için bir araya gelen insanlar, birbirlerinde hız ve haz alarak hedeflerine daha kolay ve çabuk erişirler.



2-) Bir kaz, "V" grubundan ayrıldığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların oluşturduğu hava akiminin dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna grupla devam ediyor.



Kıssadan Hisse: Eğer kafamız bir kaz kadar çalışıyorsa; bizimle ayni yöne gidenlerle bilgi alışverişini ve işbirliğini sürekli kılarız.



3-) "V" grubunun başında giden kaz hiç bir hava akımından yararlanamıyor. Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda yorulunca en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider konumuna geçiyor. Bu değişim sürekli yapılıyor; böylece her kaz grubun her noktasında yer almış ve aynı oranda yorulmuş oluyor.



Kıssadan Hisse: Yaptığınız her işi, yeri ve zamanı geldiğinde başkasına bırakmak gerekiyor.



4-) Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üzere öndekileri bağırarak uyarıyorlar.



Kıssadan Hisse: İlerlemek ve yol almak için bazen başkalarının uyarılarına gereksinim duyarız. Bundan alınmamalıyız; tam aksine, böyle uyarıları sevinç

ve takdirle karşılamalıyız.



5-) Gruptaki bir kuş hastalanırsa veya bir avcı tarafından vurulup uçamayacak duruma gelirse; düşen kusa yardim etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta/yaralı kazın yanına gidiyor. Tekrar uçabilene (veya eğer ölürse, ölümüne kadar) onunla beraber yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar. Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor.



Kıssadan Hisse: Adam olmak sadece insanlara özgü değil....

Yapabilirsin

Albert Einstein'ın dört yaşına dek konuşamadığını ve yedi yaşına gelinceye dek de okuyamadığını biliyor muydunuz? Öğretmeni ve ailesi onun zihinsel özürlü olduğundan kuşkulanmışlardı.

Beethoven'ın müzik öğretmeni ise "Onun asla bir besteci olamayacağını" söylemişti. Ya genç Ludwig Beethoven ona inansaydı!

Woolworth mağazalarının kurucusu F. W. Woolworth bir mağazada çalışmaya başladığı zaman 21 yaşındaydı ama "gerekli duyarlılıktan yoksun olduğu" gerekçesiyle müşteri ilişkilerinden uzak tutulmuştu!

Walt Disney ünlü olmadan önce çalıştığı gazeteden "işe yaramaz fikirleri olduğu" gerekçesiyle kovulmuştu!

Caruso'ya müzik öğretmeni "Sen asla şarkı söyleyemezsin çünkü sesin yok" demişti!

Tüm bu insanlar çevresindeki kişilerin söylediklerine inansalardı ne olurdu?

Dünya Beethoven'ın müziğinden, Caruso'nun sesinden, Einstein'ın buluşlarından yoksun kalacaktı!

Oscar Levant "Ne olmadığınız değil, ne olamadığınız acı vericidir" demiştir. İçinizdeki potansiyeli kimse sizden iyi

Ye kürküm ye

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı.. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü ikna etmeye çalıştı. Anlaşılan çare yoktu.. Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini ulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektörün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

Yeşim Taşı

Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. "Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım" diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş, yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş. "Anlat, dinliyorum" demiş usta. Genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış.

Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış, "Bu bir yeşim taşıdır" dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış. "Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle" demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğukkonuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

"Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister. Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık.

Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı." diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş. Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş.

Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış. Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra, büyük ustanın karşısına çıkmış.

Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış.

"İşte taşın" demiş, "Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım?" Yaşlı usta sakin bir sesle cevapvermiş: "Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın."

Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış.

Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:

"BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!"

Öğrenmek için zaman gerekir, sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir. Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir ama öğrenmenin esası değişmez.

Yüzücü

Otuz dört yaşındaki bir bayan yüzücü 4 Temmuz 1952 tarihinde, Catalina Adası`ndan Kaliforniya kıyılarına, 21 mil yüzebilen ilk bayan yüzücü unvanını almak istiyordu. Adı Florence Chadwick olan bu yüzücü Manş Denizi`ni her iki yönde geçen ilk bayan yüzücü unvanına da sahipti.

4 Temmuz günü okyanus suyu vücudu uyşturacak denli soğuktu. Hava o denli sisliydi ki Florence Chadwick beraberindeki tekneleri güçlükle seçebiliyordu. Florence köpekbalıkları ve dondurucu soğuğun etkisini hiçe sayarak 15 saat yüzdü. Yakındaki bir teknede bulunan annesi ve antrenörü, Karay çok yaklaştıklarını ve devam ederse başarabileceğini söylediler. Florence azimli ve başarılı bir yüzücü olmasına karşın kendisini sudan çıkarmalarını istedi.

Florence Chadwick, 4 Temmuz günü 21 millik rekora yarım mil kalmasına karşın yüzmeye devam edemeyişinin nedenini şöyle açıkladı:

"Karayı görebilseydim, başarabilirdim!"

Florence Chadwick`in vazgeçmesinin nedeni ne yorgunluk ne de soğuktu. Tek neden, sis yüzünden karayı görememekti. Bu da yaşamımızın bir gerçeği değil midir? Bir şeyi başarabilmek için, ortada gözle görülebilir bir hedef olmalıydı!

Zeka

Denizde bulunan şişe ya da lamba ve içinden çıkan cin hakkında sayısız masal, hikâye vardır. Bunlardan bazıları çok bilinir. Bilinmeyen bir tanesi, zekâ hakkındadır.

Balıkçının ağına bir eski şişe takılır. Balıkçı şişenin kapağını açar açmaz içinden cin çıkar. Ve (bütün hikâyelerde olduğu gibi) balıkçıya sorar:

Sen beni yüzlerce yıllık mahpusluğumdan kurtardın. Benden üç şey isteyebilirsin. Bunlar ne olursa olsun, üçünü de yerine getireceğim. Dile benden ne dilersen...

Balıkçı biraz düşünür, sonra kendisini bekleyen cine dönüp cevap verir:

"İsteyecek bir şey bulamadım, daha doğrusu birçok şey arasında kararsız kaldım. Birinci isteğim şu: Beni zeki bir insan yap ki, sonra isteyeceğim iki şeyi bulabileyim"

Cin "tamam" der ve balıkçının isteğini yerine getirir. Sonra diğer isteklerini söylemesini bekler. Ama bir süre sonra bakar ki balıkçı hâlâ diğer isteklerini söylemiyor, "Haydi diğer iki isteğini söyle" der.

Balıkçı bir an düşünür, cevap verir:

"Sağol, başka bir şeye ihtiyacım yok..."